Creasoup

Farmaskop - İlaç ve Sağlık Profesyonellerinin Dergisi

21 Mayıs 2010, Cuma 13:03

Yoğunluk

 

Yoğunluk, kütle ya da ağırlığın hacme oranıdır. Kilogram bölü metre küp (kg/m3) biçiminde ifade edilebilir.
 
Bu yazıda, geçen hafta ziyaret ettiğim Amsterdam Academic Medical Center’ın ne kadar “şugar” bir yer olduğunu yazacaktım ama orada bir sürü kilit kişi gün içinde saatlerini ne sorduysam ona cevap vermeye ayırdıktan sonra bizdeki iş yoğunluğu kolikliği ve zaman darlığı yoksunluğu anksiyetesiyle alay etmeye karar verdim. O kadar sıtkım sıyrıldı ki bu hebennekalıktan, kendimi derli toplu ifade etmeye de zahmet etmeden bodoslamadan gideceğim. Bu minvalde birilerinin ikili anlaşma imzaladığımız AMC’nin doğru adını bana açıklamaya kalkması aklıma geliyor da gerçekten koliğim tutuyor.
 
Böyle bir durum var malum; herkes yoğun, hiçbir şeye vakit yok, hedefler tutturulamıyor. Ne oldu kriz mıriz, toplantılar iptal, geri ödeme mafiş, full time geldi, hâlâ neyin yoğunluğu bu? Seksenlerde, böyle ne iş yapıldığı anlaşılmaz ofislerde koşuşturulan kıytırık Amerikan dizi jenerikleriyle başladı bu trip, bitemedi…
 
Doğa belgeseli izlemiyor musunuz, yoğun aslan gördünüz mü hiç? Paşam yetişebileceği ceylanı yakalarken harcayacağı enerji ceylanın getireceğine değmeyecekse yerinden oynamıyor. Bizimkindeyse amaç ortadan kaybolmuş durumda; varsa yoksa koşturmaca. Geçenlerde endüstrici doktora öğrencilerimden birini Boğaziçi Üniversitesi’ndeki değerli hocalara gönderdim bir konuda fikir alması için; arkadaş onlara ne kadar yoğun olduğunu, geçen hafta Amerika’dan gelip, yarın bilmemnereye gideceğini söylemiş. Sanki onlar buna bir şey satmak derdinde… Onlara ne, bana ne, vaktin yoksa niye bir de doktora yapıyorsun? Işin özü şudur; sürekli yoğunsanız hayatınızı iyi planlamayı beceremiyorsunuz, yaptığınız iş için yeterli değilsiniz, kifayetsiz fakat muhterissiniz, ya da yaptığınız yapılacak iş değil demektir. Ecnebiler bizim bu sabahlara kadar çalışma, haftasonları da iş yapma triplerimizi pek hoş karşılamazlar aslen, kölelik kalkalı uzun yıllar olmuştur onlarda.
Şimdi bizim akademik ortamda da böyle bir trend var, bulaşıcı zâhir. En komiği de en çok planlama, zaman ayırma, kapasite, sâlim kafa, kendini verme gerektiren işlerin başında hep aynı, yoğun arkadaşların toplaşmasıdır. Düşünsenize çok önemli bir değişikliği gerçekleştirmek, yeni bir yapı kurmak üzere kurulmuş bir komisyondaki herkes çok yoğun, bir sürü başka komisyona gitmesi gerekiyor, toplantı için gün saptayamıyorlar, buradan iş çıkar mı? Şaşılası yanı, toplantıların yarısını yoğunluğundan yakınarak geçiren bu zevat hiçbir yeni komisyonda yer almaya da hayır demez.
 
Uzun uzun incelenebilir konu da iki yöne dikkat çekmek isterim: Birincisi bu insanlar bu yoğunluk tribine o denli kaptırmışlardır ki kendilerini, bunun dışında hayatları, benlikleri, kimlikleri kalmamıştır. Yani para, şan şöhret değil, o yoğunluk hali için yaşarlar, yoğunluk ellerinden alındığında tüyü yolunmuş tavuğa dönerler. Belki de çoğu için bu sonradan olma bir durum değildir, örtünmek için. Yoğunluğu giyinmeyi seçmişlerdir. Bunlar lafa “bir kardiyolog olarak ben” filan diye başlarlar.
 
Bu onların sorunu da ikincisi daha beter bir durumdur. Bu insanlar sürekli sizin vaktinizden çalarlar. Onlar yoğun olduğundan belli (çoğu) işlevleri farkında olmadan siz üstlenmek zorunda kalırsınız, özellikle insani tutumlar bunların başında gelir; sözleri tutmak, yalan söylememek, başkalarını düşünmek, incelik gibi. Dahası onlarda bulunmayan vakit sizde bulunduğu için; toplantı saatleri onlara göre ayarlanır, geç gelmeleri beklenir, erken gitmelerine, hazır olmamalarına katlanılır. Kendisi de geç kalıcı olan bir “şrink” arkadaşım bunun narsizmden kaynaklandığını, başkalarını bekletince önemli olunduğunu bildirmişti. Tabii yoğun olan olmayana göre önemli durur, önce onun sözleri dinlenir filan. Ama arkadaşlar bunun modası geçti artık, “yavaşlığın keşfi”, “tembellik hakkı” gibi kitaplar yıllardır tedavülde. Neticede yoğunluk da bir tür zorbalık ve diğerlerinin yaşam alanını daraltan bir tutum. Bak, dikkat eksikliğini topluma uyarlayan Kaan Arslanoğlu ne diyor:
 
“Hiçbir yazıyı baştan sona dikkatli okuyamamak (buraya kadar gelmişseniz durumunuz fena sayılmaz) O yazıdan kapılan birkaç cümleyle, çoğu kez önceki kalıp yargı doğrultusunda ve genellikle yanlış bir yorumda bulunmak. Bir iş yaparken aynı anda çok sayıda işin, uyaranın etkisi altında bulunmak. Düşünecek, okuyacak ve yazacak zaman bulamamak. En acil işlerin, en yaşamsal işlerin peşinde koşmak, geliştirici işlere zaman ayıramamak. Mükemmeliyetçiliğin yok olmaya yüz tutması. Her işi yarım yamalak yapmak, önemli ayrıntıları sürekli unutmak. En önemlisi: Kişilerin ancak kaldırabilecekleri kadar işi üstlenmeyi reddetmeleri, kaldıramayacakları kadar fazla ilgi alanlarına dağılmaları… Herkesin her şeyi bildiğini iddia etmesi. Bu tavrın bir yaşam anlayışı olarak meşrulaşması.”
 
Işte bunun yaşam anlayışı olarak meşrulaşması otomatikman diğerlerinin gereksinimlerini yok saymayı getirir ki çıkarcı, fırsatçı, satıcı olursunuz. Bir kere yanındakini satmaya yanaştın mı da yenilmişsin demektir, kabahati başka yerde arama.

“Çok yoğunum” diyorsan “sana ayıracak vaktim yok” demektir. Ben yoğun değilim ama senin havamı bitirmene de izim veremem. Hayat boyu yoğun olmamak için çalıştım. Tavana bakıp düşünmek, kedi sevmek, asistanlarımla geyik yapmak, olmadık şeylere sinirlenmek, öğlen biyerlerde piyizlenmek, mizah dergisi okumak için özenle biriktirdiğim vaktimi sana yediremem. Eveet, sen de kitap yazmayı düşünüyordun, eminim benden daha iyidir yazacağın şeyler, yoğunsun ne de olsa. Ama ben şimdi bilgisayarın karşısında gece vakti eşofmanlarımla gerinerek bunları yazıyorum, sen kim bilir ne yoğunluk peşindesin. Bu da başka türlü bir ağustosböceği-karınca hikâyesi, ne demişler “yiyemeyeceğin lokmayı ağzına atma”.


SİZ DE YORUM YAPIN