Creasoup

Farmaskop - İlaç ve Sağlık Profesyonellerinin Dergisi

3 Temmuz 2009, Cuma 18:53

Profesör-1

Haziran ayında Oğuz Güç’ü kaybettik. Her ne kadar “N’aber lan?” mertebesinde bir rabıtamız olmuşsa da pek yakın değildik; hatta bazı anlaşmadığımız konular da vardı. Yine de farmakolojide benim kuşağımın -belki geri kalanın da- en etkili ismi olduğunu sanırım kimse reddedemez; pırıltısız bilim ve kültür dünyamız için büyük bir kayıptır.
TFD’nin dergisine yazdığı doçentlik sınavı ile ilgili “Doçentlik alınmaz, verilir” başlıklı yazıda ortaya koyduğu olağanüstü beklentiler birtakım tepkiler uyandırmıştı; ben de eleştirilerimi burada ve birkaç başka yerde yazıya dökmüştüm. Şimdi kalp kırıcı bir rastlantıyla kafamda hanidir şekillendirdiğim yazının mihenk taşı olacak orada dile getirdikleri… İnternette var yazı; okumanızı dilerim. Özetle, aday, bostandaki karpuz gibi belli bir olgunluğa eriştiğinde kendisine bu payenin verilmesinin yanlışlığından dem vuruyor ve bu “biricik” unvanı alabilmek için kişinin farmakoloji, temel fen bilimleri, iletişim, kültür, ilh. alanlarda edinmesi gerekli devasa “asgari” donanımı sıralıyor. Sıraladıklarının kendi özelliklerine oldukça uymasından ve bu kadar çabanın karşılığının -ülkemizde- alınmadığı görüşünün yaygınlığından hareketle karşı çıkmıştım; yanılmışım. Her ne kadar tanımladığı standartlara katılmasam ve daha önce sözünü ettiğim “yağmur ormanı” örneğindeki çeşitlilik ve çok yönlülükte ısrarcı olsam da talep ettiği çaba, birikim ve adanmanın niceliği konusunda külliyen haklı Oğuz.
 
ALAYLI MISIN, MEKTEPLİ Mİ? Hatırladığım ilk karikatür şöyle bir şeydi; fesli bir asker yine fesli kıranta bir adama tüfengini doğrultmuş soruyor: “Alaylı mısın, mektepli mi?” Beriki de monokl’u gözünden düşerken cevaplıyor: “O nasıl sual evladım, tabii ki alaylıyım, hiç mektepli tabip olur mu?” Muhtemelen Diyojen dergisinde yayımlanmış olan bu karikatür 31 Mart ayaklanmasını konu alıyor ve ayaklanan gericilerin adet olduğu üzere mürekkep yalamışları hedef aldıklarını, okumuş adam prototipini tüm zamanların haset odağı bir hekim üzerinden anlatıyordu. İnternet yoktu o zaman, televizyon bile yoktu ben küçükken; ansiklopedi karıştırırken görmüş olmalıyım.
Bugün yine hekimlerin, öğretim üyelerinin, tıp fakültelerinin ve hatta üniversitenin topun ağzında olduğu bir gündemle karşı karşıyayız. Halihazırdaki yönetimin tasavvur ve tasarruflarına girmeyeceğim, bu konuda gayet ayrıntılı yazılar çıkıyor. Yazıyı ADA’da yazıyorum; izninizle “Obezite beyinle nasıl konuşur?” adlı sunumu dinleyeyim hâlâ fırsatım varken -12 Eylül darbesinden sonra yalnızca doktorlara indirilen mecburi hizmette olduğu gibi bu kez de diğer okumuşlar da dâhil olmak üzere, kamuoyunun doktorların daha da indirgenmesini destekleyeceğinden kuşkum yok, kumaş aynı kumaş.
 
DOKTOR KÜMEYE! Ne var ki durumun belli özellikleri dışında bu ülkeye özgü olmadığını anlamak gerekiyor. Bir yandan dünya ölçeğinde bu yeni globalleşme, postmodernlik ıvır-zıvır içerisinde kafa emeğiyle geçinen orta sınıfın küme düşmesi gündemde. Hatta bu tür orta sınıfın ayrışması; global sermayenin müstahdemi (employee) olan; pazarlama, satış, reklam, bilişim, iletişim gibi biz tıpçıların ne işim yaptığını bir türlü anlamadığı zümrenin süper ligde kalması; doktordur, avukattır, mühendistir, öğretim üyesidir, tabiri caizse “küçük esnafın” amatör kümeye intikal etmesi mukadder görünüyor. Zaten görünen köy kılavuz istemiyor; kongredir, toplantıdır teşrik-i mesaide bulunduğumuz bizden bir-iki dekad küçük ürün-medikal-satış müdürü arkadaşlarla her ne kadar kısmen firma arabası-kredi kartı marifetiyle olsa da aramızdaki gusto-yaşam tarzı farkı gitgide belirginleşiyor, tabii pederden fabrika intikal eden, Nişantaşı’nda bir muayenehane hissedarı ya da haftanın beş günü şova çıkan arkadaşlar hariç.
Diğer yandan Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) Başkanı Prof. Dr. Yücel Kanpolat’ın Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nde düzenlenen “Bilimsel Araştırma ve Yayın Etiği” konulu sempozyumun açılışında belirttiği gibi “bugünün dünyasında bilimin değil teknolojinin öne çıkması, bu sürecin firmalar tarafından yönlendirilmesi” söz konusu. Bilimin kendi başına yönlenmesi, itibar görmesi değil, teknolojiye dönüşmek adına var olması, giderek bilimsiz-felsefesiz bir teknolojinin peşinde koşulması muteber. Daha sola kayıp postmodernliğe de kafadan girmek isterseniz Merdan Yanardağ’ın ilgili yazısını okuyabilirsiniz. İşe içeriden bakmak niyetindeyseniz ve endüstrinin de oyuncularından olduğu bu sahnede iyi bir performans çıkartmak istiyorsanız benim daha önceki yazılarıma, özellikle de çevrimsel bilim hakkındakine göz atarsınız -ne nahoş şarkıdır tüm diğerleri gibi o “Yağ içindesindir çemberin…” şarkısı…
 
MAYNANEYİ KAPATIRSAM HASTANENİN YAKININDAKİ BİR SPOR SALONUNA YAZILIRIM Hep diyorum ya her -tüzel- darbe yiyişte bir hak ediş vardır; ateş olmayan yerden duman çıkmaz ve değer üreten, buna sahip çıkan yapılar -kişiler her zaman kazaya gelebilir- kolayca çiğnenemez.
Bugünlerde tam gün çıkınca yapılacakların -daha doğrusu –mayacakların- muhayyel listesi bende şişkinlik yapıyor. Şahsen tanım itibarı ile full time’cıyım, ama tam güne karşıyım, bunun birçok nedeni var. Neticede ölçülü bir tam zaman üzerine kurumla çıkar çatışması içermeyen etkinliklerde serbesti ve akademik etkinlikleri ön plana alan gerçekçi bir performans sisteminden yanayım. Part time’cı arkadaşlarımın çoğu da özünde bu düşüncede olmak ve ideal koşullarda kendilerinin de kurum içinde kalmak istediklerini belirtmekle birlikte, duyduğuma göre sanki zamanında tıp yazarken Nişantaşı’nda maynane kutucuğunu da işaretlemişçesine böyle bir hakkın gaspından dem vuran bir kitle de mevcut. Bu ikinciler, bu yatırımları boşa gittiği takdirde “Maynaneyi kapatırsam…” diye başlayan çeşitli fanteziler üretiyorlarmış: “Hastanenin yakınında bir spor salonuna yazılırım”, “Sabahtan akşama gazte okurum”, “Briç oynarım” gibi bazıları pek revaçtaymış. Duyan da, şu an için geçerli olan ve yanılmıyorsam 14.00’e kadar sürmesi gereken mesailerinde hiç ders anlatmıyorlar; asistan eğitmiyorlar; araştırma yapmıyorlar; yatan hastaları yok; sabah 9.00’da özel hastanede ameliyat yapıyorlar sanır. Oysa ki döner sermayenin ekseriyeti part time’cılardan geliyor. Bir kez böyle bir kuruntuya kapıldık mı, hafazanallah full time’cı olmaktan başka seçeneği olmayanları da katarak -hayal ürünü- profesör tipleri türetebiliriz. Bu tipleri gelecek yazımda sizlerle paylaşacağım.
 

SİZ DE YORUM YAPIN