Creasoup

Farmaskop - İlaç ve Sağlık Profesyonellerinin Dergisi

4 Ocak 2010, Pazartesi 18:20

“Gerçek” ve “Bilim”

Bir arkadaşım sordu. Bilim adamının görevi makale yazmak mı? Akademik değerlendirmede makale sayısına göre mi değerlendirme yapmak gerekir? Gerçekten de tıp çevrelerinde genel bir kanı hâkim son yıllarda. Akademisyenlerin değeri yaptıkları uluslararası yayın sayısı ile ölçülür oldu. Bu ölçüt gerçekten doğru, güvenilir ve objektif bir ölçüt müdür?

Arkadaşım soruyordu. Bir bilim adamına bu dünya ve ülken için akademik yaşamında neler yaptın diye sorduklarında yanıtı ne olmalıdır?

-Toplam şu kadar sayıda yayın yaptım, şu kadarında ilk sıradaki isim idim, şu kadarı uluslararası indekslerde yer aldı.

Bu soruyu Einstein’a sorsalardı yanıtı çok daha kısa olurdu.

-E=mc2

Elbette kendi bilim insanlarımızdan dünyayı değiştirecek buluşlar yapmalarını bekliyor değilim. Ancak bir noktanın altını iyi çizmek gerekir. Bilimsel makale yayımlamak esas hedef değildir, bilimsel makale sorular sorduğunuz ve yanıtlar aradığınız bilimsel bir konudaki çalışmalarınızın sadece bir yan ürünüdür. Bilimin temel itici gücü var olduğu ilk andan itibaren “bilmek” istencidir çünkü. Bilimin doğduğu felsefe yani philosophia “bilmeyi sevmek” demek değil midir?

Akademik kariyerde ilerlemek için bilimsel makale yazılmaz. Antik Yunan okullarında yazılı olan bugün için de geçerlidir.

“Biz Hayat için Öğreniriz”

Tüm çağların gerçek akademisyenleri, gerçek bilim insanları yaşamı öğrenmek, yaşamı kolaylaştırmak, kimi zaman ise salt içlerinde zapt edemedikleri “bilmek isteği” için bilim ile uğraşmışlar, doğanın, biyolojinin gizli sırlarına ulaşmışlardır.

Ülkemiz akademik yaşamında, elbette genellemeler yapılamaz ancak önemli ölçüde isimlerin başlarına gelen “ön ekler” için makale yazılmaya çalışıldığı açıktır. Akademisyenler doğal olarak da bu yolla hak ettikleri unvanları aldıklarında yani doçent olduklarında bilimsel makale yazma motivasyonlarını yitirirler. Profesör olmak için ise çoğu zaman makale yazmaya bile gerek yoktur, çünkü ülkemizde bu unvanlar akademik olarak alınamazlarsa “mahkeme kararları” ile alınabilirler.

Bu süreç bir tek şeyi işaret ediyor.

“Halen bir bilim toplumu olmanın çok uzağındayız”

Dr. Nezih Hekim anlatmıştı. Mevleviler birbirlerini görünce “O mirim, Allah derdini artırsın” dermiş. Karşısındaki ise “O mirim Allah senin de derdini artırsın” diye yanıt verirmiş.

Derdiniz yoksa, yanıtlanmasını beklediğiniz sorularınız yoksa, yaşamdan bir alıp veremediğiniz yoksa soru sormaz, yanıtların peşine düşmezsiniz.

Ülkemizde üniversitelerin ve toplumun temel eksiği budur.

Ülkemiz üniversiteleri, sorgulamayan, sormaya cesaret edemeyen, itaat ilişkisi ile yürüyen “medrese” kültüründen, muhalif, dünyayı değiştirme iddiasında olan “üniversite” kültürüne geçememenin sancılarını yaşamaktadır.

Biz yıllarca üniversite öğretim üyeliğini bilgileri meslek adaylarına aktarmak olarak gördük. O bilgilerin üzerine yenilerini eklemenin esas görevimiz olduğu çok sonraları aklımıza geldi. Şimdi biraz “zorla” bilim üretmeye çalışıyoruz. Ancak bu zorlanma yine “gerçek” yaşamdan kopuk, çoğu kez kimsenin umrunda olmayan makaleler yazmanın ötesine geçemiyor.  Akademisyen kimliğimizi halen “miş” gibi yaşamayı sürdürüyoruz.

Kabul etmeliyiz ki, bu ülkenin insanları olarak bizler genellikle gerçekle değil, onun sanal yansımaları ile uğraşıyoruz. Yıllarca kullandığımız “Türkiye’nin imajı” safsatası işte budur. Görmek istemediklerimizi görmüyor, onun yerine “imajını” değiştirmeye çabalıyoruz.

Çocuk, annesinin yanında zorla yürüyor ve şikayet ediyordu. “Anneciğim ayakkabım vuruyor, canım çok yanıyor”. Kadın telaş içindeydi, duymak ve anlamak istemiyordu. “Yürü hadi, vurmaz, vurmaz!”

Akademisyenimizden, yöneticilerimize, sıradan yurttaşımızdan, en iyi eğitimlimize kadar büyük çoğunluğumuzun “gerçeğin algılanması” ile ilgili sorunları var.

Yaşamlarımızı hep “miş” gibi yaşıyor ve ne yazık ki öyle tüketiyoruz.  


SİZ DE YORUM YAPIN